Muharrem ayını ve 1436. hicrî yılı idrak etmiş bulunuyoruz. Hayırlara vesile olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyoruz.

426

Hicrî Yılbaşı, Muharrem Ayı ve Bir Yol Hikâyesi

Hicri yılbaşı, Kamerî takvime (ayın dünya etrafında 12 defa dönmesiyle oluşan ve Hz. Peygamberin (s.s.s) Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yılı tarih başlangıcı olarak kabul eden 354 günden ibaret takvim sistemi) göre yeni bir yılın başlamasını ifade etmenin çok ötesinde anlamlar çağrıştırır.

Kameri takvimin ilk ayı olan Muharrem ayı da İslam dünyası için pek çok hüzünlü olayı hatırlatır bize. İhtiraslarına mağlup olmuş zalim müstekbirlere karşı onurlarıyla direnen ve bu uğurda Kerbela’da şehit olan canları hatırlatır bize; hüznümüzü ama aynı zamanda zulme karşı koyma ve direnme gücümüzü de tazeler. Peygamber yolunun yolcuları o şehitlerin ruhları şâd olsun.

Bu kutlu yolcuları hayırla yâd ettikten sonra kutlu yoldan, kutlu yolculardan ve bitmeyen o kutlu yol hikâyesinden bahsetmemek olmaz.

Yol vardır sevenleri kavuşturur, mutluluğa vesile olur; yol vardır ayrılık, hasret ve hüzün getirir. Yolculuk çok farklı gerekçelerle bazen bir ihtiyaç olur. Bazen de doğup büyüdüğümüz beldelerden başka diyarlara hicret etmek elzem olur.

Şu yaşlı dünyamız, üzerinde insanoğlu var olduğundan beri nice hicretlere sahne olmuştur. Dünya kurulduğundan beri ilahî mesajın nuruyla insanlığı aydınlatmaya çalışan Allah’ın kutlu elçileri, görevlerini hakkıyla yerine getirebilmek için çoğu zaman kendi beldelerinden hicret etmek zorunda kalmışlardır.

 

Tebliğ-hicret ilişkisi

Peygamberlerin temel görevlerinden biri olan tebliğ ile hicret olgusu arasında her zaman sıkı bir ilişki var olagelmiştir. Başka bir ifadeyle, tebliğ ve hicret insanlık tarihi kadar eski olan ve birbirini tamamlayan iki olgudur. Bir bakıma hicret, tebliğ görevini yerine getirmeye çalışan peygamberlerin ve onların yolundan giden davetçilerin ortak sünneti ve ortak eylemi gibidir. Onların bu soylu eylemi sayesinde yol ve yolculuk, sıradan olmaktan kurtulup kutlu yolculuklara dönüşür ve hicret olur.

İnsanlık tarihine baktığımızda peygamberlik zincirinin son altın halkası Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.s.) Mekke’den Medine’ye hicreti de dâhil olmak üzere kutlu elçilerin yaptığı tüm hicretlerin, tebliğ görevini yerine getirmeye matuf oldukları görülecektir. Peygamberlerin tebliğ yolunda yaptıkları bu hicretler, gayeleri ve hikmetleri iyice anlaşılsın ve onlardan ibretlik dersler çıkartılsın diye Kur’an-ı Kerim’de bize sıkça anlatılmaktadır.

Mesela, Hz. İbrahim’in, “Doğrusu ben Rabbimin emrettiği yere hicret ediyorum.” (Ankebut, 26) diyerek hicret ettiğini biliyoruz.

Hz. Musa’ya da hicretin emredildiğini görüyoruz: “Doğrusu Biz, (Firavun’un imana yanaşmaması üzerine) Musa’ya ‘Kullarımla birlikte geceleyin yola koyul, onları denizin ortasında kuru bir yola vur. Arkanızdan yetişirler diye endişe etme. Hepsinden öte (Allah’tan başka kimseden) korkma!’ diye vahyetmiştik.” (Taha, 77)

Hz. Lût’a da şöyle denilmişti: “Sen gecenin bir vaktinde aile fertlerini yola çıkar, sen de onların peşinden git. Sizden hiç kimsenin gözü arkada kalmasın. Emredildiğiniz yere doğru ilerleyin.” (Hicr, 65)

Medyen halkı da peygamberlerini, memleketten çıkartmakla tehdit etmişti: “Kavminin büyüklük taslayan seçkinleri ‘Ey Şuayb, ya seni ve beraberindeki müminleri yurdumuzdan sürüp çıkartırız, ya da bizim inanç sistemimize geri dönersin’ dediler.” (A’râf, 88)

Diğer peygamberlerin de karşılaştığı benzer hadiseleri yine Kur’an-ı Kerim’de sıkça okumaktayız.

 

Mekke’den Medine’ye hicret

Sevgili Peygamberimiz İslamiyet’i tebliğ etmeye Mekke’de başlamıştı. Muhammedü’l-Emin’in çağrısını duyanlar ona inanıyor ve onun etrafında toplanıyor; böylelikle Müslümanların sayısı günden güne artıyor ve Allah’ın dini gönüllerde taht kuruyordu. Ancak Mekke’de kendi saltanatlarının sarsıldığını kavrayan müşrikler bundan endişe duyuyor ve toplum üzerindeki etkinliklerini yitirmekten korkuyorlardı. Bu sebeple hem Hz. Peygamber’e ve hem de ona inananlara amansız düşman kesilmişlerdi. Güçlü oldukları için Müslümanlara her kötülüğü yapıyor, akıl almaz işkencelerde bulunuyor ve onları İslam’dan vazgeçirmeye çalışıyorlardı.

Müslümanların maruz kaldıkları sıkıntılar dayanılmaz hale gelince Peygamber Efendimiz İslam güneşine başka ufuklar aramak zorunda kalmıştı. O gün Mekke halkı, kendilerine tebliğ olunan hakikatlere tahammül edebilseydi, o kutlu elçi çok sevdiği Mekke’yi terk etmeyecekti. Nitekim onun, hicret ederken Hazvere mevkiinde Mekke’ye dönerek “Sen, Allah katında beldelerin en sevimlisisin. Çıkarılmamış olsaydım senden ayrılmazdım, senden başka bir yeri yurt tutmaz, yuva kurmazdım!” diyerek hüzünlenmesi oraya duyduğu özlemi göstermektedir. (Tirmizî, Menâkıp, 69)

Ve sonra…

Sadece Kamerî Takvimi değil, insanlık tarihini yeniden başlatan kutlu hicret başladı. Çölün her tarafını kasıp kavuran alev dalgaları altında yedi gün yedi gece yapılan o çetin yolculuktu bu. Yiyeceksiz, susuz, gölgeliksiz şekilde dağlardan, vadilerden aşılarak İslam nurunun tamamlanabilmesi için yapılan o ölüm kalım yolculuğu.

Sevgili Peygamberimiz miladi 622 yılında Mekke’den Medine’ye göç ederken, Yüce Allah’ın kendisine yüklediği tebliğ görevini yerine getirmeye çalışıyordu. Daha rahat yaşamak, daha fazla dünyalık elde etmek değildi onun amacı. Eğer öyle olsaydı, Mekkelilerin onu davasından vazgeçirmek için yaptıkları tüm teklifleri reddetmezdi. “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler, temsil ettiğim davadan asla vazgeçmem.” diyerek kararlılığını göstermiş ve diğer peygamberler için de vaki olduğu gibi, tebliğ yolunun hicretten geçtiğini görmüştü.

Allah’ın Resulü kendi davasında emin olduğu gibi, onu tanıyan herkes de onun Muhammedü’l-Emin olduğunda ittifak ediyordu. Ona her türlü iftirayı atmaktan çekinmeyen düşmanları bile onun “Emin” vasfına dil uzatamamışlardır. Medine’ye doğru yola koyulduğu o tehlikeli anlarda bile yanındaki emanetlerin yerlerine ulaşması için gereken tedbiri almayı ihmal etmemesi, onun hicretini daha da anlamlı kılıyordu.

Hicret-niyet ilişkisi

Ömür biter; yol ve yolculuk bitmez ama yola da yolculuğa da değer katan şey yolcunun niyetidir. Sevgili Peygamberimiz bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir. Herkes yaptığı işin karşılığını niyetine göre alır. Kimin niyeti Allah’a ve Resulü’ne varmak, onlara doğru hicret etmekse, eline geçecek sevap da Allah’a ve Resulü’ne hicret sevabıdır. Kim de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına kavuşmak için yola çıkmışsa, onun hicreti de hicret ettiği şeye göre değerlenir.” (Riyazü’s-Salihin, 1)

Yapılan işler, yapanın niyetiyle orantılı olarak değer kazandığına göre hicretin temel amacının da Allah’ın rızası için olması gerektiği aşikârdır. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmektedir:

“Kim Allah yolunda hicret ederse, kendisine birçok alternatif mekânlar ve imkânlar da bulur, genişlik de. Ve her kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra ölüm gelip kendisini bulursa, artık onun mükâfatı Allah’a aittir. Zaten Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.” (Nisa, 100)

“Şüphe yok ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihat edenler var ya, işte ancak onlar Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah tarifsiz bir bağışlayıcı, eşsiz bir merhamet kaynağıdır.” (Bakara, 218)

“Kötülükten ve kötülük diyarından hicret edenlere, yurtlarından sürülenlere, yolumda eziyet çekenlere, savaşanlara ve öldürülenlere gelince: Onların günahlarını mutlaka örteceğim ve elbette onları Allah katından bir mükâfat olarak zemininden ırmaklar çağlayan cennetlere koyacağım. Çünkü mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Al-i İmran, 195)

 

Hicret’in sıradan göçten farkı

Hicreti sıradan göçlerden ayıran temel özellik, hicretin toplumları temelden değiştiren ve iyiye doğru hızla geliştiren değerler manzumesi olmasıdır. Sevgili Peygamberimizin 63 yıllık hayatının sadece son 10 yılı hicretten sonraki döneme rastlamaktadır ancak o dönemde İslam toplumumun yaşadığı değişim ve dönüşümün hızına ve yoğunluğuna tarihin başka dönemlerinde rastlanmamaktadır. Hz. Peygamber’in önderliğinde ve Kur’an-ı Kerim’in rehberliğinde hicreti izleyen 10 yıl içinde gerçekleştirilen işler ve inşa edilmeye başlanan İslam medeniyeti, sonraki dönemler için de en büyük ilham ve motivasyon kaynağı olmuştur.

Hicret, Müslümanların şehirleşme sürecini de başlatan bir olaydır. Yesrib, hicreti müteakip Şehir/Medine olmuş ve yerleşik düzene geçen Müslümanların hayatına şehir değerleri girmeye başlamıştır. Bedevi kültürüyle arzu edilen gelişmenin ve dönüşümün sağlanamayacağını gayet iyi bilen Peygamber Efendimiz saadet asrının altın neslini yetiştirirken aynı zamanda onları şehir kültürünün gereği olan şartlara da alıştırmaya çalışıyordu. Bu sebeple şehir kültürünün zorunlu kurumları da hızla oluşturuldu. İbadet ve idare mekânı olan Mescid-i Nebevi bu maksatla daha ilk günden inşa edilmiş, eğitim-öğretim maksadıyla da onun yanı başında suffe denilen mekân tahsis edilmişti. Şehir hayatının olmazsa olmazlarından olan çarşı ve pazarların kurulması ve oradaki ticari hayatı denetleyen düzenlemelerin oluşturulması da daha hicreti izleyen ilk günlerde Müslümanların hayatına giren şehirli yeniliklerdi.

Hicret, karşılaşılan güçlüklerden ve zulümden kaçarak kurtulmak demek değildir. Hicret yeniden yapılanmanın, daha faydalı, daha mutlu ve daha huzurlu bir gelecek için mekân değiştirmenin adıdır. Günümüz açısından hicret, daha büyük önem arz etmektedir. Bulunduğumuz mekândan uzaklaşmak yerine, yaşadığımız yerde maddi-manevi hayatımızı zenginleştirerek kendimize ve etrafımıza faydalı olmak bugün bizlerin en büyük vazifelerinden biridir. Çünkü Yüce Rabbimiz bizlerden iman ve amelin yanında, iyilikleri yaymamızı, kötülüklerden sakındırmamızı istemektedir.

Hicretten sonra Hz. Peygamber, farklı siyasi ve dinî gruplarla anlaşmalar imzalayarak gerçek anlamda devlet olmanın uygulamalarını göstermiştir. Yahudilerle imzalanan bir anlaşma ile Müslümanlarla Yahudilerin barış ortamı içinde yaşamaları ve her iki toplumun inançlarında serbest olmaları, şehir düşman saldırısına uğradığında ortak savunma yapmaları, iki topluluktan biri üçüncü tarafa savaş ilan ederse, birbirlerine yardım etmeleri, iki taraftan birinin başkalarıyla yapacağı barış anlaşmalarına iki tarafın da uyması kararlaştırılmıştı. Medine Vesikası olarak isimlendirilen bu tarihi metin, devletin ve çoğulcu toplum yapısının huzurla işleyişini sağlayan esaslar getirmekteydi.

Veda hutbesi de en eski insan hakları bildirgesi özelliği taşımaktadır. Hicretle birlikte kabileciliğin kuralları, yerini hukuka bırakmaya başlamıştır. Hz. Peygamber suç işleyen kişinin kızı Fatıma dahi olsa onu cezalandırmaktan çekinmeyeceğini açıkça ifade ederek hukukun önemine vurgu yapmıştır.

Kötülüklerden hicret

Hicret sadece bir yerden bir yere göç etmek anlamında anlaşılmamalıdır. Hicretin bir başka boyutu ise manevi hayattadır. Günahlardan sevaplara, yalandan doğruya, sevgisizlikten sevgiye, merhametsizlikten merhamete, haramdan helale doğru yapılan yolculuk da bir hicrettir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmaktadır:

“Hicret eden kişi, Allah’ın yasakladığı şeyleri terk eden kimsedir.” (Buhari, İman, 4-59) Bu sebeple yaşadığımız yer her neresi olursa olsun, hayatımızı Yüce Rabbimizin istekleri doğrultusunda sürdürebilmemiz, hatalarımızdan, yanlışlıklarımızdan, isyanlarımızdan ve günahlarımızdan iyiliklere, doğruluğa, itaate ve sevaba doğru yol alabilmemiz elbette hem dünyamızın hem de ahiret hayatımızın hayırlara ulaşmasına sebep olacaktır.

Veda hutbesinde “Burada bulunanlar, bulunmayanlara bunları ulaştırsın.” buyuran Allah Resulü bu uyarısıyla yeni ufukları işaret etmekteydi. Yeni ufukların işaret edilmesi ise yeni hicretleri, yeni yolculukları zorunlu kılıyordu. İşte bu sebeple sahabe nesli ilim, irşat, tebliğ ve gönüllerin fethini gerçekleştirmek için ve kötülüklerden uzaklaşıp iyiliklere ulaşmak için nice hicretler yaptı. Onların takipçileri de daha sonrakiler de o kutlu neslin yolundan gittiler.

Ne mutlu o kutlu yolu güzel yürüyenlere…

Dr. Fevzi HAMURCU

T.C. Strazburg Başkonsolosluğu

Din Hizmetleri Ataşesi

DİTİB Başkanı